Diyarbekir, Kasim 2013

Standart
Ve evet Pazar sabah güneşli bir Diyarbakır’a merhaba diyoruz, çok heyecanlıyız ve yoğun bir programımız, görmemiz gereken çok yer var, gerek araştırmalarımız gerekse de Başak Abla’nın önerileri seyahat defterimde yanlarına tick atılmasını bekliyor…
Güne Hasanpaşa Han’ındaki Mustafa’nın Kahvaltısı Dünyasında başlıyoruz. Önümüze ne geldiyse hepsi lezzetliydi, uçaktan indikten 20 dakika sonra arayıp rezervasyonumuzu yapmıştık ve sağolsunlar bizi hemen hanı görebileceğimiz güzel bir yere oturttular. Yediklerimiz arasında yöresel tatlar da bulunuyordu özellikle Muş’tan getirdiklerini söledikleri bal ve iyi bir kasaptan çıkma olduğu belli sucuğu beğendik.
IMG_3492 
Karnımızı doyurduktan sonra sıra gezmeye geldi. İlk olarak kendimizi Diyarbakır’ın ara sokaklarına bırakıyor ; Ermeni ve Keldani kiliselerini geziyoruz. Çocukların top oynadığı, teyzelerin  uzun uzun sohbet ettiği sokaklarlar bizi öncelikle Ortadoğu’nun en büyük Ermeni kilisesi olan Surp Giragos’a götürüyor, uzun bir restorasyon sürecinin akabinde kilise yenilenmiş haliyle aramızda. Geniş bir avlusu ve taş mimarisi ile biz kiliseyi gezerken bir hayli etkilendik. Avlusunda kilise görevlileri çay ikramı ve misafirperverlikleri sayesinde rahatça gezip forograf çekebildik. Avlusunda yer alan tulumba da bizi çocukluk yıllarımıza geri götürdü, evet tabiiki de tulumbayla oynadık hatta slow-motion videolar çektik 🙂
Kiliseden çıktıktan sonraki durağımız Keldani kilisesiydi, bu tarihi kilise gerekli restorasyon sürecini geçirmediğinden bakımsız durumda olsa da bizce çok etkileyiciydi. 
IMG_3508
 
Sıra merakla beklediğimiz Ulucami’ye geldiğinde Diyarbakır’ın mimari yapısından bir kez daha etkilendik. Ulucami eski bir kilise ve Anadolu’nun ilk camisi olma ünvanını taşıyor, bu da camiye ayrı bir değer katıyor. Camii, bildiğimiz cami mimarisinden farklı olarak yatay bir yapıda ve çok sade. Yakın zamanda bir restorasyon geçiren caminin avlusunda bulunan güneş şaati de çok ilgi çekici. 
Cami’nin girişinde dışarda oturan ve çay içen amcalar da çok ilginç bir görüntü oluşturuyordu, camiye yaptığımız birkaç ziyaret sırasında oradaki kalabalığı hep gördük ve gene Mezopotamya coğrafyasının kendine özgü zamansızlığı ile yaşadığımız hayatın koşturmacasını sorgularken bulduk kendimizi.
IMG_3519
 
Dinlenmek içinse Sülüklü Han’a gittik ve orada menengiç kahvesi içtim. İçinde kakule bulunduran bu kahveyi daha önce de Antep’te denemiştim, sanırım Diyarbakır’da daha çok sevdim. 
Cahit Sıtkı Tarancı’nın Ulucami’nin yakınlarına düşen evi de güzel mimarisi ile Diyarbakır’ı daha da sevmemize katkıda bulundu. Ev eski bir konaktan oluşma ortasında bulunan küçük süs havuzu, ağaçları ve kendine özgü mimarisi ile huzuru bulabileceğiniz ve uzun süre kalmak isteyebileceğiniz bir yer.
IMG_3525
 
Ve evet acıktık; gün uzun, daha yapılabilecekler listeminizin ortasında bile değiliz. Sur bölgesinin dışını da görebilmek için yürüyerek ciğerciye gitmeye karar verdik. Adınından anlaşılabileceği gibi bu bölge hakkaten Diyarbakır surlarıyla kaplı ve bu sur kilometrelerce devam ediyor. 
Açık konuşayım ben ciğer yemem, zaman içinde yemeye çalışmalarım veyahut yanlışlıkla yemeklerim hep ağır hüsranlarla  son buldu (ne demek istediğimi beni tanıyanlar anladı 🙂 ) velhasıl gene de gittik, hiç değilse bakarım dedim. Mehmet, “eşim ciğer yemiyor, ona ne verebiliriz” diye sorunca başka bir şey olmadığını anladık. O sırada bir baktım, çalışan gençler gülüyor “abla burada biz senin gibi ciğer yemeyen kaç kişi gördük” diyorlar; ah ahh dedim benim durumum farklı:)
Velhasıl ciğerler geldi, zaten açız ama ben hala yememe modundayım, Diyarbakır’a gelip de bencillik edip Mehmet’e ciğer yedirmemek olmaz. Sonuç, yedim, ömrü hayatımda ilk kez ciğer yedim, bizim İstanbul’da ciğer diye yediklerimizle hiç alakası yoktu, bir kere kokusuzdu, bu da tazeliğinden geliyor tabii. Kuzu şişten bu bakımdan pek de farkı yoktu. Vallahi ben bile kendime şaşırdım ne diyeyim, Amed sen nelere kadirsin! Sizinle aşağıda Umut ciğercisinin fotografını da paylaşıyorum
IMG_3527
Bizim gibi gittiğimiz yerde yerel lezzetlerin en güzelini tadmaya kendini “adamışlar” için, Diyarbakır’da iyi bir kadayıf yemek şarttı. Bunun için tabiiki de araştırmacı-seyyah ben gerekli bilgiye aslında hiç de uğraşmadan ulaşmıştım. Ver elini Sıtkı Usta!!!
Büyük bir kadayıfsever olmadığımı baştan söylemem gerekir, gerçi Antep’e gitmeden önce baklava için de aynı şeyi söylüyordu sanırım hayatımda hiç o kadar güzel baklava yemediğim için olabilir. Aynı şey başıma kadayıf için geldi. Burada kadayıfı cevizli ve fıstıklı yapıyorlar, bence cevizli de gayet güzel ama fıstıklı varken cevizliyi istemek çok mümkün değildi. Kadayıfı yedik ve dağıldık diyebilirim, benim açımdan yediğim en iyi kadayıf olabilir. Ayrıca künefe de yedik, künefe için  yediğim en iyi künefe diyemem zira İskenderun’a gitmişliğim var ama ortalamanın üzerindeydi. Canınızı çektirmek istemem ama aşağıda fotoğrafını koydum. Kadayıf delisi ablam, biz İstanbul’a ellerimizde kilolarca kadayıfla gelene kadar bu fotoğrafa bakıp aş ermiş 🙂 
kadayıff
Hava buralarda Kasım ayında 4.30 gibi kararıyor biz bu sırada son olarak Ongözlü Köprüyü görmeye gidiyor ve Dicle Nehri ile kucaklaşıyoruz, köprünün üzerinde dilek dilemeyi aman ha unutmayın. Gün boyu Amed’in çarşılarını da geziyoruz, insanlarla sohbet ediyoruz, ve hep olumlu bir etkileşim içinde oluyoruz. Genel olarak baktığınızda Diyarbekir tarihsel olarak çok büyük bir geçmişe sahip, bir çok kadim halkın ve dinin toprağı olmuş bir memleket. Bugünse baktığınızda siyasi/tarihsel olaylar neticesinde çok daha homojen bir yapıda, renklerini kaybetmiş olması, onca kilisenin Diyarbakır’ın yaşayan değeri değil de sadece “süsü” olması beni yaraladı açıkcası. Diyarbakır halkının yüzünde bir yaşanmışlık ve ciddiyet çok net farkediliyor, kolay değil baktığınızda gerek günümüzde gerekse de geçmişte hep zorluklarla karşılaşmış ve böyle bir tarihsel hafızaya sahip bir şehir burası.
Diyarbakır’dan ayrılarak Mardin’e doğru geçiyoruz, ama Diyarbakır’ı çok sevdik ve isteriz ki yolumuz tekrardan düşsün…
 
selamlar,
Burcu, 30.11.2013